Bilim, bilim için midir yoksa bilim, insan için midir?
Modern dünyada bilimin insan için olduğu belirtilmekte. En azından şu anki tablo onu gösteriyor. Bunun, ayrıca belirtecek kadar üstüne düşülmemesi, anlatacağımız aksi durumun ne denli önemli ama bir o kadar da kulak arkası edildiğini gösterecektir.
Merak, insanın kendini ya da yaşadığı toplumu geliştirme amacıyla yüzeye çıkardığı bir içgüdü değil, etrafında ne olup bittiğini anlaması için gereken: bilinmeyene karşı gösterdiği, doğal ve bilişsel bir dirençtir. Bu merakı tatmin etmek adına gösterilen deneysel ve gözlemsel işler de bilimin temelini oluşturur. Peki bugün bu merakı tatmin etmek ne kadar anlamlı ve verimli insanlığın gözünde?
Bugün bilim, çoğu zaman "ne faydası var?" sorusuyla karşılaşıyor. Buradaki aranan fayda pek tabii insan için olan fayda oluyor. Bir çalışmanın ya da araştırmanın: kabul görmesi, maddi anlamda bir destek alması için bir soruna çözüm olması, bir teknolojiyi geliştirmesi veya ekonomik getirisi olması gerekiyor. Ama bilimin doğduğu yere, temellerine gittiğimizde, orada öncelik soruyu sormaktı. Duyulan merak, sorunun cevabından daha önemliydi. Antik Yunan'da, örneğin Miletos okulunda yetişen filozoflar doğaya bambaşka bir gözle baktılar. Thales, evrenin temel maddesinin su olduğunu söylediğinde, bu fikrin; ne tarıma, ne inşaata, ne de sağlığa doğrudan bir katkısı yoktu. Ama bu önemsiz gibi görünen cümle, tarihte ilk defa evrenin doğal bir açıklaması olabileceği fikrini ortaya koydu. Bu çok büyük bir kopuştu. Artık doğa, tanrıların kaprisi değil, insanın aklıyla anlaşılabilir bir sistemdi. Thales'ten sonra Anaksimandros ve Anaksimenes de evrenin düzenini açıklamaya çalıştı. Bunu bir inovasyon geliştirmek amacıyla, kapanıp da bir laboratuvarda yapmadılar. Onları harekete geçiren şey anlam arayışıydı. Yüzyıllar sonra Asos’ta, Aristoteles'in ayak izlerini takip eden filozoflar için de bilgi bir araç değil, bir erdemdi.
Bilmek, “işe yaradığı için” değil, insanın doğasına yaraşır olduğu için değerliydi.
Neden Bugün Bu Duyguyu Kaybettik?
Modern bilim bu geleneğin mirasçısı olmalıydı. Ama artık bilimden sık sık şöyle söz ediyoruz:
“Bu araştırma hangi hastalığa çare buluyor?”
“Bu proje ekonomik büyümeye nasıl katkı sağlıyor?”
“Bu teknoloji hangi pazarda kullanılabilir?”
Bu sorular makul olabilir, ama derinlikte yıkıcı.
Çünkü bu soru, bilimin yönünü yavaş yavaş insanın özünden, yani saf meraktan, pazarlanabilir faydaya doğru çekiyor.
Eskiden “neden?” sorusu değerliydi.
Şimdi “ne getirisi var?” sorusu esas oldu.
Bu kayma, üniversiteleri araştırma kurumundan Ar-Ge merkezine dönüştürüyor.
Sorgulayan zihin yerine “yatırıma dönüşebilecek fikir” aranıyor.
Ve en sessiz, ama en derin zararı da şu oluyor:
Merak etme hakkımız elimizden alınıyor.
Teknoloji: Bilimin Gölgesinde Yürüyen Dev
Bugün kullandığımız teknolojilerin çoğu, ilk ortaya atıldıklarında “ne işimize yarayacak bu?” diye küçümsenen fikirlerden doğdu.
Ama ironik olan şu: Hiçbir teknoloji, kendi başına ayakta durmaz.
Her işlemci, her internet bağlantısı, her tıbbi cihaz, altında katman katman bilimsel keşifler taşır – ve çoğu zaman bu keşifler, “yararsız” denilen temel bilim çalışmalarına dayanır.
Maxwell elektromanyetik alanları formülleştirmeseydi, bugün ne radyo olurdu ne mikrodalga fırın.
Mendel bezelyelere kafayı takmasaydı, genetik mühendisliği diye bir şeyden söz edemezdik.
Bohr atomu hayal etmeseydi, kuantum teknolojilerine adım bile atamazdık.
Ama bu insanlar bir şirket için, bir ihale için ya da bir uygulama için çalışmadılar.
Onlar sadece merak ettiler – ve başkalarının hazıra konacağı bilgileri açığa çıkardılar.
Bugün teknolojiyi yüceltiyoruz ama unutmamamız gereken bir şey var:
Bilimsiz teknoloji, kısa ömürlü bir konfordur.
Onun kökü yoktur. Hazıra konmuş bir sofradır. Biter.
Teknoloji, sadece bilimden doğmaz – temel bilimden doğar.
Ve temel bilim çoğu zaman hiçbir işe yaramazmış gibi görünür.
Ama işte o görünmeyen katman, insanlığın en büyük sıçramalarının kaynağıdır.
Merak Hakkı Daralıyor
Bugün bilimsel merak, görünmeyen bir kuşatma altında.
Fon başvurularında, proje tanımlarında, akademik yükselmelerde bir soruya tekrar tekrar maruz kalıyoruz:
“Ne işe yarayacak bu?”
Bu soru, görünüşte makul. Ama derinlikte yıkıcı.
Çünkü bu soru, bilimin yönünü yavaş yavaş insanın özünden, yani saf meraktan, pazarlanabilir faydaya doğru çekiyor.
Eskiden “neden?” sorusu değerliydi.
Şimdi “ne getirisi var?” sorusu esas oldu.
Sistematik Bilimin Sessiz Dramı
Bu dönüşümün sonuçları özellikle temel bilim alanlarında çok görünür.
Mesela hayvan ve bitki sistematiği.
Sistematikçilerin emek verdiği bu alan, doğadaki canlı çeşitliliğini anlamaya; onları sınıflandırmaya, akrabalık ilişkilerini çözmeye; canlıların geçmişi ve evrimiyle ilgili bağlantıları kurmaya çalışır.
Ama çoğu zaman şu küçümseyici soruyla karşılaşır:
“Yeni bir tür keşfetmenin ne anlamı var?”
“Bu canlıyı tanımak hangi sektöre hizmet edecek?”
Oysa şu sorular kimsenin aklına gelmez:
-
Bu tür, bir ekosistemin dengesi için kilit olabilir mi?
-
Bu canlı, geçmişte nesli tükenmiş türlerle bağlantı kurabilir mi?
-
Türleri anlamadan doğayı nasıl koruyacağız?
-
Ya da: “Bunu bilmek istemek zaten başlı başına değerli değil mi?”
Sistematik: Kayıp Canlıların Güncesi
Hayvan ve bitki sistematiği, ilk bakışta katalog yapar gibi görünür.
Tür isimleri verir, sınıflandırır, soyağaçları kurar.
Ama aslında bu alan, doğanın kendisini okuma çabasıdır.
Bilinmeyen bir canlıyı tanımlamak, geçmişin karanlığında kalmış bir halkayı bulmak gibidir.
Her yeni tür, ekosistemde bir yapboz parçasıdır; yerine oturduğunda daha büyük resmi netleştirir.
Fakat günümüzde bu alan çoğu zaman "eski usul bilim" olarak görülüyor.
Modern fonlayıcılar gözünde “veri üretemeyen”, “teknoloji üretmeyen” ya da “patentlenemeyen” bir alan.
Böylece sistematik çalışanlar çoğu zaman şu sorulara maruz kalıyor:
“Böcek mi tanımlıyorsun hâlâ?”
“Yeni bir yosun bulsan ne olur?”
“Bu tür zaten bir işe yaramıyorsa niye uğraşıyorsun?”
Ama bu soruların kısa vadeli faydacılığı, uzun vadeli bilimsel ve ekolojik gerçekleri gözden kaçırır:
-
Birçok ilaç türü, doğada yaşayan canlıların incelenmesiyle keşfedilmiştir. Ancak bu türleri önce tanımamız gerekir.
-
İstilacı türlerle mücadele, hangi türün yerli, hangisinin yabancı olduğunu bilmeden yapılamaz.
-
İklim değişikliğinin etkilerini izlemek, türlerin dağılımını, ilişkilerini, habitatlarını detaylıca tanımayı gerektirir.
Bilinçli Bir Daralma
Ne yazık ki birçok ülkede sistematik biyoloji laboratuvarları kapatılıyor.
Müze koleksiyonları küçülüyor.
Doğa tarihi üzerine çalışan bilim insanları “yayın yapamamakla” suçlanıyor çünkü sistematik araştırmaların döngüsü yavaş ve derinlemesine.
Akademide "kısa sürede etki üreten" alanlar öncelik kazanırken, doğayı tanımaya adanmış bu temel alanlar sessizliğe terk ediliyor.
Bu da şu sonucu doğuruyor:
Bildiğimizden fazlası yok oluyor.
Bazı türler, adları bile konmadan yok oluyor.
Bazı bilgiler, yazılmadan kayboluyor.
Ve biz bu sırada “bilim ilerliyor” sanıyoruz.
Oysa bilim, ilerlemek değil; kapsamak zorundadır.
Görmediğini fark etmek, gözden kaçanı yakalamak zorundadır.
Merak Bir Lüks Değil, Dirençtir
Merak, sadece bir “boş zaman aktivitesi” ya da “lüks” değildir.
Aksine, insanın varoluşunu ve gelişimini sürdürebilmesi için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Tarih boyunca, özellikle zor dönemlerde; savaşlarda, ekonomik krizlerde ya da toplumsal çalkantılarda merak eden bireyler ve topluluklar, diğerlerine göre daha hızlı uyum sağlamış, yenilikçi çözümler bulmuş ve hayatta kalmayı başarmışlardır.
Merakın Toplumsal Gücü
Merak, yenilikçilik ve ilerlemenin yakıtıdır.
Sorular sormadan, bilinmeyeni araştırmadan, mevcut durumla yetinmek zorunda kalırsak; hem birey hem toplum olarak durgunlaşırız.
Örneğin pandemi sürecinde, bilim insanlarının virüsün yapısını anlamak için yürüttüğü merak temelli çalışmalar sayesinde, aşılar hızla geliştirilebildi.
Bu da merakın, kriz anlarında nasıl kritik bir role sahip olduğunu gösteriyor.
Ekonomik ve Sosyal Krizlerde Merakın Korunması
Birçok gelişmiş ülke, kriz zamanlarında dahi temel bilim araştırmalarına bütçe ayırır.
Çünkü bilirler ki, merakın önünün kesilmesi, uzun vadede inovasyonun, sağlık sistemlerinin ve teknolojik gelişmelerin yavaşlamasına neden olur.
Tam tersine, bazı gelişmekte olan ülkelerde “fayda odaklı” yaklaşım çok baskın olunca, krizler bilimsel üretimin daralmasına ve beyin göçüne sebep olur.
Sonuçta, o toplumlar daha kırılgan hale gelir.
Merakın Bireysel Boyutu
Bireyler için de merak, zihinsel sağlık ve mutluluk açısından önemlidir.
Yeni şeyler öğrenmek, sorular sormak, keşfetmek, insanın bilişsel esnekliğini artırır, yaratıcılığı besler ve zihinsel canlılığı korur.
Bu yüzden, özellikle gençlerin eğitiminde merakın bastırılması değil, teşvik edilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak:
Merak, sadece bilim için değil, insan ve toplum için hayatta kalma stratejisidir.
Onu “lüks” olarak görmek, geleceği karartmaktır.
Merakın özgür bırakıldığı toplumlar, belirsizlikler karşısında daha güçlü durabilirler. Bilim, insanın evrenle kurduğu en derin bağlardan biridir. Ama bu bağ, yalnızca “insanın yararına” indirgenemez. Bilim, insanın merak eden, anlamaya çalışan, sorgulayan bir varlık olduğunu kabul eder.
İnsan Merkezci Olmayan Hümanizm
Bugün sıklıkla duyduğumuz “bilim insan için yapılır” söylemi, ne yazık ki bazen “sadece hemen işe yarayan bilim” anlamına dönüşebiliyor.
Oysa insanı insan yapan, sadece fayda değil, merak ve anlam arayışıdır.
İnsan evrenin merkezi olmayabilir; ama evreni anlamaya çalışan bilinçli bir özne olarak, merakla yoğrulmuş bir varlıktır.
Ve bilim, bu varoluşun en güzel ifadesidir.
Merakın Savunucusu Olmak
Bizler; sen, ben, her bilim insanı veya her merak eden birey, bu merak hakkını savunmakla yükümlüyüz. Çünkü merak, sadece bilim için değil, insanın kendisi için bir özgürlüktür.
Ve bu özgürlük kısıtlandığında, sadece bilgi değil, insanlığın geleceği de kısıtlanır.
Son olarak şu soruyu bırakıyorum:
“Bugün neden merak ediyoruz?
Ve yarın, merakımızı nasıl koruyacağız?”